İslamiyet öncesi dönemde, aynı hak ve sorumluluklara sahip olan erkek ve kadın arasında eşitlik temel bir kuralmış. Kadınlar, ticaret ve tarımla uğraşır, siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarda aynı sorumlulukları paylaşırlarmış. Ülke yönetiminde de kadın söz sahibiymiş. Güçlü ve etkili. Çok eşli bir yaşam yokmuş, kadın ve erkek birbirine aitmiş. İslamiyetin Türk toplumu tarafından kabul edilmesiyle birlikte, Arap ve Fars gelenekleri Türk toplumuna girmeye başlamış. Tanzimat dönemi (Osmanlı İmparatorluğunun ilk batılılaşma dönemi), Meşrutiyet dönemi ve nihayetinde Cumhuriyet Dönemi yaşanırken kadınların toplumsal yaşantısı ile ilgili değişiklikler gündeme gelmiş.
İslâmiyet döneminde kadının toplumdaki statüsü gerilemiş ve rolü, yalnızca aile çerçevesi ile sınırlandırılmış. Kadın, Ortaçağ Hıristiyan âleminde olduğu gibi, sadece anne olarak sayılmış ve saygı görmüş.
İslamiyetin yanlış bir şekilde yorumlanmış olma hali; Türk toplumunun, Arap ve Fars etkisi altında kalma olasılığını her geçen gün arttırmış olabilir mi? Kur’an-ı Kerim’i on kez okuyan çok değerli bir yakınımın rehberliğinde, şüpheyle yaklaşmaktayım…
İslamiyetin kabulü ile birlikte; Erkek egemen, tutucu ve gelenekçi, dini yaşam biçimine alet eden toplumsal akımlar ortadoğu’da filizlenerek Anadolu’nun köklü ve medeni uygarlık yapısına karışmaya başlamış. Türk kadınının Türk erkeği ile eşit(=) yaratılmadığı ve yalnızca kadın olması sebebiyle zekadan yoksun olduğu inancı bir virüs gibi yayılırken, kadın ikinci sınıf bir vatandaş kimliğine büründürülmüş. Ailesi tarafından satılan, evlilikle birlikte kocanın malı sayılan bir eşyaya dönüşmüş, önceden sahip oldukları hakları yavaş yavaş yitirmeye başlamış. Erkek çocuklarının, kız çocuklarından daha değerli kabul edildiği Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme – Araplaşma- döneminde, kadının toplumdaki statüsü tamamıyla değişmişt. Din kavramının siyasal ve toplumsal yaşantıdaki baskın etkisi ile kurallar kadının aleyhine dönüşmüş, miras ve mahkemede tanıklık etme hakları bile ortadan kaldırılmış.Tek başlarına bile sokağa çıkamaz olmuş, vücutlarını tamamıyla örten ve “çarşaf” ile yüzlerini örten “peçe” takmak zorunda bırakılmışlar. Zamanla nüfus sayımlarına da dahil edilmemeye başlamış, evlerinden bile çıkmamaya başlayan kadınlar, erkeklerle birlikte sosyal hayata da katılamaz olmuş. Tiyatrolarda ve toplu taşıma araçlarında kadınlar için ayrı yerler ayrılmış. Ucubelere ayrılan bir yer gibi.
Sadece dua öğrenmek için yedi-sekiz yaşlarına kadar okula gidebilmişler, sonrasında herhangi bir eğitime hakları olmadığı için, meslek sahibi olamamışlar Türk Kadınları.
İslamiyetin kitabında, kadınlarla erkekleri ayrıştıran bir söylem olmamasına karşı…
Bir çok yazar ve düşünür, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme nedenlerinin başında, kadınların toplumdan dışlanmasını saymaktadır. 18. Yüzyılın sonlarında, Tanzimat dönemiyle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu devlet adamları, sosyal, ekonomik ve kültürel sistemi değiştirmek zorunluluğunu duymuşlar. Bir “Batılılaşma” hareketi başlamış. Kadın haklarını savunan ilk reformcular “Genç Türkler” olmuş ve Onlar, kadınların eğitimini engellemiş olan Osmanlı geleneklerini suçlayarak, bu konunun önemini vurgulamışlar. 19.yüzyıl başlarında, yavaş yavaş, kadınların eğitimine değer verilmeye başlanmış! Elbette, kırsal alanlarda değil ve belli başlı büyük kentlerle sınırlı olarak, kadınlar ve kızlar için ilkokullar ve ortaokullar açılmış. Bu okulları kız sanat ve öğretmen okulları izlemiş.
Mesela, benim 1917 doğumlu babaannem, Olgunlaşma Enstitüsü mezunudur. Harika dikiş dikerdi. Ve kızı olan halam(1939) Dil Tarih Coğrafya Fakültesini bitirmiştir. Rahmetli büyüklerim, aile ağacımda kadının eğitimini hep önemsemişlerdir.
19.yüzyılın sonlarında, büyük kentlerdeki kadınlar, üniversiteye kayıt olmaya ve haklarını fark ederek savunmaya başlamış. 1895 yılında “Kadınlar İçin Gazete”, tamamıyla kadınlardan oluşan bir kadro tarafından yayınlanmış, tanınan ilk kadın yazar, Fatma Aliye, arkasından ilk tiyatro oyuncusu, ilk dansçı, ilk mühendis, ilk pilot, ilk yönetici olan kadınlar bu yolu takip etmişler. Halide Edip Adıvar, aynı zamanda siyasi bir lider olmuş ve Kurtuluş Savaşı’na aktif olarak katılan “İlk Kadın Onbaşı” ünvanını almış. Birinci Dünya Savaşı, kadınların kendilerini evlerine bağlayan eski gelenek ve göreneklerinden sıyrılarak değişimin bir parçası olma motivasyonunu sağlamış. Kadınlar boyun eğdikleri zulme baş kaldırma cesaretini göstermişler ve aklarını geri kazanma yönünde ilk adımları atmaya başlamışlar.
Mustafa Kemal Atatürk, Bağımsızlık Savaşı sırasında kadınlarla işbirliğinde bulunmasının ve toplam nüfusun yarısını oluşturan kadınların da savaşa katılmasının önemine inanmış. Cumhuriyet’in ilânından sonra, Atatürk’ün liderliğinde, Türkiye’yi modernleştirmek ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak amacıyla gerçekleştirilen kadın haklarının tanınması, en önemli devrimlerden biri olmuş. Diğer tüm devrimlerin başarısı, büyük ölçüde bu devrimin başarısına bağlıymış. 1926 yılında yeni Medenî Kanun’un kabul edilmesiyle de birlikte, Türk kadınının hakları, Türk erkeği ile eşit olarak tescil edilmiş. Bu haklar arasında en belirgin olanları; Miras hakkı, boşanma ve kocanın izni olmaksızın mal sahibi olma hakkı, tanıklık hakkı sayılabilir.
Büyük bir devrim yaşanmış Türk toplum ve medeniyet tarihinde. Cumhuriyetin kurulması tüm imkansızlıklara yönelik bir meydan okuma olmuş. Tüm şartlara. İçte ve dışta. Aşkla.
Toplumsal yaşantımız, Cumhuriyetin kurulması ile birlikte bir aydınlanma dönemine girmiş. Ancak, gün gelmiş, hiç bir şeyin aynı kalamayacağını duyumsayan hayatın matematiği gibi, karşılaşabileceğimiz Cumhuriyet, güzel bir çocukluk döneminden sonra, yine içten ve dıştan her türlü baskı ve zulümle, laik ve demokratik yönetim biçimini tehdit etmeye başlamış.
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana 92 yıl geçti. Ben de bir Cumhuriyet Kadınıyım. Cumhuriyet ilan edildiğinde Babaannem 8 yaşındaydı. Ben bugün 42 yaşındayım. Ülkemde eğitim aldım. Ülkemde başım açık ve çalışıyorum. Ailemin geçiminden sorumluyum. Toplumsal tehditlere karşı kalkanımı kuşanıyorum, Cumhuriyet değerlerini, Anayasasını ve laik, demokratik, eşitlikçi anlayışı yaşamsal bir değer olarak görüyorum kaldı ki benim gibi sayısız hemcinsim ve karşı cinsim var.
Küresel yönetimler tarihine baktığımızda 92 yıl, bir bebeğin çocukluktan çıkarak ön ergenliğe adım atması gibi tanımlanabilir. Bugün 2015 yılındayız ve bugün, çok partili döneme geçiş yaptığımız 1950’li yılların bakiyelerini, biraz da “kendimiz ettik kendimiz bulduk” biçiminde yaşamaktayız. Bilemezdik emperyal stratejileriyle zamanda 200 yıl birden geri gidebileceğimizi.. Mustafa Kemal Atatürk sonrası belki de en temel öz tarihi sorunumuz; Amaçlara değil, insanlara bağlanmak olmuştur. Atatürk gibi olağanüstü bir liderin bize bıraktıkları, aslında amaçlarımızmış, stratejilerimizmiş, emanet ettiği gerçekleştirilmiş hedeflermiş…
Bugün Türkiye Cumhuriyetinin Vatandaşları olarak bizler, kadın erkek eşitliğini cinsel ayrımcılığı kullanarak dini değerleri laiklik ve demokrasi karşısına oturtan bir toplumsal anlayışa doğru sürüklenmekteyiz. Aynı, İslamiyetin Türk’ler tarafından kabulü esnasında yaşandığı dönemdeki gibi. Toplumsal özgürlükler kısıtlanmakta ve safi inanca odaklı, fetih kültürünün (ortaçağ) uzantısı bir gelecek planlanmakta. Cumhuriyet bilincine erişmiş Türk kültür, medeniyet ve ilkeleri karşısında Türk toplumu bilinçsizce değer kaybetmekte.
Güzel calışma. Tebrikler.
BeğenBeğen
Reading this makes my decnisois easier than taking candy from a baby.
BeğenBeğen