Ulusal kanalın tekel olduğu dönemlerde geçen çocukluğumun belirgin bir özelliği, televizyonun sadece aksam saatlerinde açılan ve sadece ailece seyredilen bir cihaz olarak kabul edilmesidir. Bizler pek de farkında olmadan bu televizyonun hem “çok önemli” hem de bir o kadar “önemsiz” olabileceğini, gerektiğinde “çat” diye kapatılması suretiyle öğrenmişizdir.
Televizyon törenle açılır, törenle kapanır. Saat 17:00’ye kadar düğmeye basmak için heyecanla bekler, sonra da ekrandaki sabit logolu siyah beyaz görüntüyü ve kulak tirmalayan sesi dinlerdik küçükken. Ve arkasından İstiklal Marşı başlardı, dalgalanan Türk bayrağı ruhumuzu okşardı. Zamanın çizgi filmleri, atletizm yarışmaları, Türk müziği konserleri, klasik müzik konserleri, artistik buz pateni gösterileri, “uykudan önce” ve efsane olmuş “Küçük Ev”, “Dallas” gibi yabancı diziler bir fenomen oldu dönem tarihimizde. Biz açılışı saygı duruşu yapar, evdeki Türk Bayrağı’nı da iplerinden boynumuza dolardik .Ne büyük bir değişim olduğunu bugünkü kuşaklar anlamakta zorluk çekebilir.
Okula başladık, eğitim hayatımız boyunca her gün, her hafta söyledik marşımızı. Ezberlediğimiz gibi söyledik, şiiri ile güftesi arasındaki uyumsuz kelime oluşumlarını sorgulamadan dominant vurgularla.
Üniversite yıllarımda, okuduğum bölümün en büyük faydalarından biri “bir şeyi iyi anlatabilmek” yetisini kazandırmasıydı. Şiire anlam katabilmeyi, düzgün ifadeler kullanmayı bu vesileyle pekiştirdim. Duygu yüklü bir metni duygularımi ve sesimi kontrol ederek, ifadeli okumayı öğrendim. Elbette önce o metnin ne demek istediğini ögrendim. Eskiden duygularımı koy verir arada duraklar derin nefesler alıp sulu gözlerimi silerdim. Kendimi geliştirdikçe nerede nefes alacağımı biliyor, nerede etkili bir vurgu yapacağımı hesaplıyordum.
İş hayatımda da verdigim eğitici seminerlerde, sunuşlarda ifadelerimle kurduğum iletişim kuvvetli bir etki bırakmamı sağladı. Ne var ki bir türlü öğrenemedim her İstiklal Marşı’nı söylerken gözyaşlarımı ve titreyen sesimi önleyebilmeyi. Tam öğrendim zannediyordum benim deli fişek okula başladı. Gözünün hep beni aradığı o ilk yıllarda ben de -örnek anne- marşımızı tekrar söylemeye başladım. Küçük insanların cılız seslerine destek olmak için güçlü güçlü bağırarak önce, sonralara doğru durup yutkunarak. Okul açılışları yetmedi, sonra bayramlardaki törenler başladı. En sonunda koyverdim gitti, pek bir rahatladım… Burada verilebilecek tek tüyo çocuğunuzun sizi ağlarken görmemesidir. Mazallah , ilk gördüğünde idare edersiniz ama sürekli bahane uyduramazsiniz ki! Bu yıl karar verdim, baktım ki yutkunmaktan ne söylediğimi anlamıyorum ben de içimden söylüyorum artık ve ağlarken de sık sık gözlerimi kırpıyorum. Arada bir de sağa sola bakıyorum ki gözlerim hava alsın, sulu halleri anlaşılmasın. Yaşlanmaktan mı yoksa hey hat bu garip gidişattan mı neden bilmem ama ben gittikçe daha sulugöz oldum. Neyse ki yalnız değilim, veli kadrosu da benimle!
Şimdilerde deli fişek beni okula istemediği için uzaktan dinlemekle yetiniyorum, ve her 10 Kasım’da , her 29 Ekim’de, her 23 Nisan’da, her 30 Ağustos’ta ve her istediğim anda bu vatanın insanı olduğum ve bu bayrak altında yaşadığım için gurur duyduğumu söylüyorum. Önce kendime, sonra evlatlarımıza, sonra da evrene… Her kelimesini içime sindirmeye çalışıyorum tekrar marşımın.
Korkmuyorum, biliyorum ki sönmeyecek göklerde dalgalanan bayrağım. Korkmuyorum, biliyorum ki Ata’mın izinden gidecek milletimin evlatları…. Karanlıkları delicesine yırtarak hem de…